Korkunç idam sahneleri, recm yapılan kadınlar, baskı, şiddet yer yer ortaya çıkan muhalif eylemlerde pervasızca insanların üzerine açılan ateşler daha neler neler.  Kafamızda bir sürü vahşet sahnesi var.

Hep ana- akım kültürel araçlarla tanımışızdır. Örneğin Fransız yapımı olduğu için geniş kitlelere ulaşabilen ve İran üzerine genel bir fikir verebilen Marjane Satrapi’nin kendi hayatından yola çıkarak hazırladığı çizgi romanından uyarlama Persepolis filmi bir yandan bu korkuları onaylarken diğer yandan İran’daki muhalif, entelektüel kesimin varlığını da hissettirmeye çalışıyor. Ancak filmde bildiğimiz bir gerçeğin onaylanmasının dışında yeni bir şeyler yok gibi. Ve maalesef böyle filmler popüler olabiliyor ve bir taraftan da sömürgeci perspektifin istemeyerek de olsa pekişmesine yarıyor.

Tiksintiyle karışık bir iç gıcıklanması bizdeki İran. Bir yandan bundan 34 yıl önce Amerikan yanlısı şah rejimine karşı İslam Devrimi gerçekleştiren Humeyni ve ardıllarının Amerika’ya, İsrail’e kafa tutmasına özenip, derin ve köklü kültürünü sezdiğimizde hayıflanırken, diğer taraftan hiç de olmak istemediğimiz ülke.  Yani öylece yanı başımızda duruyor. Çok az çevrilmiş edebiyatı, çok az izlenmiş sineması, çok az bilinen tarihiyle…  

İran’ı hissetmek için yüzyıllardır damıtılan ve İranlıları İranlı yapan, Arap, Azeri, Belucistanlı, Kürt, Pers, Türkmen halkların kültürleriyle yoğrulmuş  Mohsen  Makhbalbaf, Abbas  Kiarostami, Majid  Majidi gibi has yönetmenlerin filmlerini,  Ahmed Şamlu, Sohrab Sepehri, Nima Yuşiç,  Esmail  Khoi,  Mehdi  Akhavan-Sales gibi şairlerin şiirlerini,  Samed Behrengi,  Sadıt Hidayet gibi yazarların masallarını, öykülerini bilmek gerekir.

Hamid Dabashi’nin Metis’den çıkan kitabı, “İran: Ketlenmiş Halk” böyle bir kaygıyla İran’ın özünü anlatmayı hedeflemiş. Tarihin, sanatın, muhalefetin, bireysel öykülerin iç içe geçtiği bir anlatı.  

 “İran olsa olsa bir gezgin, ele avuca sığmaz ve hiçbir süreklilik taşımayan bir cümleler dizisi olarak tanımlanabilir. İran’ı yakalamaya, köşeye sıkıştırmaya ya da ele geçirmeye çalışan olursa İran İranlığını yitirir. Bir kelebeğe benzer. Yakalanıp tuzağa düşürülerek bir kutunun içine konamaz, ancak bütün kararsızlığıyla oradan oraya kanat çırparken, hareket halindeyken görülebilir” demektedir Dabashi ve kitabını da bu yöntemle yazmıştır. Uçan bir kelebeği izler gibi. Çünkü bir konudayken diğer konuya geçer. Bir çağrışım, metnin bambaşka bitmesinin nedenidir. Dolayısıyla okurken biraz zorlar belki bölük pörçük, bitmek bilmez hissettirir.  

Kitap bittiğinde İran’ı hissetmişsinizdir. Bu da büyük bir başarı değil midir zaten?