Bununla kalmayıp, kendisine ait olmayan başka topraklar üzerinde emelleri olan ya da üzerinde bulunduğu topraklarda başşka halk ve devletlerin 'anavatan' iddiası ile yüz yüze kalan ulus-devletler de , bu kültürel kimliği arkeolojik kanıtlarına sarılırak varlık iddialarını temellendirmişlerdir. Bu temellendirmede en az tarih ve antropoloji kadar arkeoloji de büyük rol oynamıştır. Bu nedenle arkeolojinin bir disiplin olarak doğuşunu Avrupa milliyetçilikleriyle ilişkilendirmek yanlış olmayacaktır.

Türkiye'de de ulus-devlet teşekkül ederken, bu ideolojik ihtiyaçların karşılanması gözetilmiş ve bunu karşılayacak akademik kurumların oluşturulmasına öncelik verilmiştir. Birçok ulus devlette olduğu gibi Türkiye'de de , başta eğitim kurumarı olmak üzere, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarında özel olarak oluşturulmuş çok sayıda kurumun bu amaçlara hizmet edecek biçimde örgütlendiği görülecektir. Bunların başında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi  gelir. Türk Dil ve Tarih Kurumları, hemen akla gelen ilk örgütlerdir. 12  Eylül rejimi, bunlara Atatürk Kültür Merkezi'ni de eklemiş ve üç örgütü tamamen devletin denetiminde bir çatı kurumun altında daha da sert ideolojik ilkeler çerçevesinde birleştirmiştir.

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ninve özellikle Türk Tarih Kurumu'nun kuruluş tarzına bakıldığında, bu kuruların arkeoloji merkezli ve arkeoloji ağırlıklı bir örgütlenmeye sahip olduğukları görülür. 1930'lara sarkan paradigmanın etkisi altında arkeoloji ve antropoloji 'ulus yapımı'nın kimlik ve tarih referansları bakımından vazgeçilmez unsurlarıdır ve Cumhuriyet'in kurucuları bunu açıklıkla görmüştür. Bütün geç uluslaşan dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de arkeolojinin bilimsel ve popüler gelişimine bakıldığında, devletin programlandığı modernleşme girişiminin temel taşlarını izlemek mümkündür. Bu girişim bir yandan 'Batı'ya benzemek' kaygısının yönlendirmesine en fazla açık ve Batı ile ilişki kurmak  bakımından 'ideal' bir alan iken , öte yandan ulus payesini haketmenin güvencesi olan bir tarihsel-kültürel 'özgüllüğü' vurgulamanın aracı olmuştur. 'Özgüllüğü' vurgulamakta kullanılan ideolojik ve akademik araçların da Batı'dan devşirilmiş olması ve reaksiyoner bir tarih inşasında kullanılması, paradoksal görünen bu iki unsuru bir arada tutmaktadır.

Batı'da arkeolojinin gelişimini besleyen bir saik daha vardır. Daha 17.  yüzyıldan başlayarak askeri ve ekonomik gücüyle dünyanın bütününü siyasi, ekonomik ve kültürel egemenliği altına alan Batı dünyası, bilimsel gelişmeler yoluyla 'bilgi'tekelini de eline almıştır. Bilgi tekelinin altında yatan güç ise pozitivizmdir. Pozitivizin çalışma biçimi, dünyanın nesneleştirilmesine dayanır. Nesneleştirimeyi sınıflandıra izler. Böylelikle bütün doğal ve beşeri şeyler birer nesne haline indirgendikten başka, öznelliklerini, bireyliklerini, tekilliklerini ve en nihayet aidiyetlerini kaybeder. Bir bütünün parçası olarak görülmekten başka kaderleri yoktur. Bütünü kuracak olan bilgiyi elinde tutan Batı olduğuna göre, bu parçalarbatıda toplanacaktır. Bu süreçte hayvanat bahçeleri ve botanik bahçeleri oluşur. Onları müzeler izler. Batı, müzeler yoluyla hem kendi geçmişini 'bir bütün halinde' görerek tarihsel 'ilerleyiş'inin bilincine varır ve onu kutsar, hem de 'öteki'ne ait olanı biriktirerek kendi aksini yine 'bir bütün halinde' önüne koyar ve kendine güvenini tazeler, kendi gelişmişliğinin maddi izlemini yaratır.

Öte yandan müzeciliğin kökeninde koleksiyonerlik yatıyordu ve ilk müze özel bir koleksiyonun alınması ile 1671 yılında Basel'de kuruldu. Bundan sonra açılan müzeler de Avrupa'daydı. Ancak British Museum'un da aralarında bulunduğu bu müzeler sadece seçkinler içindi ve girişler kısıtlıydı. Halkın her kesimine ücretsiz olarak açılan ilk müze Fransız Devrimi sırasında 1793 yılında kurulan Musee Du Louvre oldu. Batı toplumu ilk müzeler ile kendi tarihsel ilerleyişinin bilincine varmaya başladı.

Bu açıdan arkeoloji, belki de tarih disiplini kadar, başta milliyetçilik olmak üzere çeşitli ideolojiler ve ulus-devletler tarafından kullanılmış ve bu amaçla örgütlenmiş, merkezkaç epilimlere fazlasıyla kapalı bir alan olarak göze çarpar.

Dünyada Arkeolojinin Histerik-Milliyetçi Gelişimi

19. ve 20. yüzyılın ilk yarısında Batı'yı saran 'dünyayı keşfetme'duygusunun içinde yer alan, toprak altında kendi uygarlıklarının köklerini gün ışığına çıkartma ihtirasını bulmaktayız. Batılı kurumlar bu ilhamla dünya çapında kazı ve araştırmalara girişmişlerdir. Bu duyguyla girişilen arkeolojik 'expedition'lar, yavaş yavaş kendi 'company'sini de yarattı ve akademik arkeolojinin temelleri böyle atıldı.  Bu 'expedition'un ilk ve en görkemli örneği, 1798'de Napoleon'un Mısır Seferi'ne iştirak eden 'Bilim Heyeti'dir. İçinde hiyeroglifi  çözümleyen Champollion'un da bulunduğu bu 'heyet' Mısırbilimin (ejiptoloji) temellerini atarak arkeoloji alanındaki kurumsallaşmayı da başlatmıştır. Ejiptolojinin yanında, Batı uygarlığının temeli sayılan Yunan ve onu izleyen Roma dönemi arkeolojisi öne çıkmaya başladı. Burada ilk ipuçları Antikite'nin metinleri, özellikle Homeros Destanları, üzerinde izlendi. Bu nedenle ilk klasik arkeologlar bu metinlerde yer alan kayıp uygarlıkları arayan birer maceraperest, birer antika toplayıcısı ve hatta birer soyguncuydu.

Heninrich Schliemann İliada'yı okuduktan sonra, Homeros'un anlattığı Troia'yı, Çanakkale Boğazı'nın (Hellespont) güneyinde yer alan Hisarlık Tepesi'nde aramaya karar vermişti. Schlieann, bulduğunu yurt dışına kaçıran arkeoloji hazine arayıcısı olarak anıldı.

Osmanlı'dan Cumhuriyete

Osmanlılar da bu furyaya gecikerek de olsa  katılmıştır. Türkiye'de ilk olarak Batı etkisinde şekillenen arkeolojik ilgi, Cumhuriyet'e kadar, Osman Hmadi'ninkişiliğinde Batı'daki hümanist  eğilimin bir yansıması olarak var olmuştur. Ancak, başta da denildiği gibi, yeni kurulan her ulus-devletin kendini tanımlama ve tanıtma ihtiyacına bitişik olarak arkeolojinin klasik kültürü esas alan hümanist görüntüsü, yerini  sert bir milliyetçi şekillenmeye terk etmektedir. Bu noktada hümanist eğilimin, Batı merkezci de olsa ortak bir uygarlığa yaptığı vurgu, yerini 'kültür' kavramına bıraktı. 

Afet İnan Türkiye'nin ilk tarih profesörlerindendi. Türk Tarih Kueumu Başkanlığı da yapan İnan, Türk Tarih Tezi'ni ortaya koyanlar arasındaydı. Afet İnan 1930'lu yıllarda katıldığı uluslararası konferanslarda Güneş Dil Teorisi'ni tanıtmakta görevlendirilmişti.

Meyers gibi 20. yüzyılın başlarında yayımlanan ansiklopedilerde dahi sıkça ırka dayalı tanımlama ve haritalara rastlanır.