inceden bir yağmur yağıyordu. Günlerden Cumartesiydi. Deniz durgun ve karanlıktı. Bir vapur iskeleye yanaşıyordu. Üşümüş elle­ri ile gazete satıyordu bir çocuk. Dalgın bir adam denize bakıyordu. Birden taşıtlara doğ­ru koşuşmalar başladı. Bir bir daha bir... Yaşlı, genç çocuk nefes nefese. Nefes nefese dolu taşıtlar yollara koyuldular. Kadıköy-Fenerbahçe trânvayındaydım, sûzi - dilâra faslı gibi yol alıyorduk. Yol kenarındaki cılız dallı ağaçların ardında, evler bahçeler, bak­kallar ve deniz vardı. Evler, bahçeler, bakkal­lar ve deniz... Denize inen sokağın köşesinde Todori’nin meyhanesi. Üst üste iskemleler, boş ve ıslak masalar aylı geceleri bekliyordu belki. Belki de gecelerin bulutu sarmıştı dört bir yanlarını.

Tranvay benildeyip durdu. îndik. Bir de­nize, iskeleye ve de bir de meyhaneye baktık; Efkâr tepemize yağmurlar yağıyordu.

Durakoduk bir süre ve geri dönüp yola koyulduk. Caddeden sağa sapan dar, toprak bir yol. Elli adım mı, derim ki yüz adım ötede sağda. Çömlekler, heykeller, çakıl taşları ve boylu boyunca evin ön yüzünde mozaik bir pa­no. Çıngırak sesi ile açılan bir kapı. Kapının ardında tok ve yalın bir ses: «Merhaba reis.» ve Bedri Rahmi...

Resimler kepçeler, testiler dallar ve kilim­ler, duvarda raflarda ve yerde. Kırmızı mavi, san yeşil kocaman balonlar, tavanda sıra sı­ra, sıra sıra çiçekler...

Oturduk. Birerde sigara... Sigara parmak­larının arasında eğreti duruyordu. Elleri ya­ralıydı. «Yaralı» sözünün ardından. «Kim? Neden?» gibi sorular gelir hep. Saçma, barut, top tüfek, duman, Savaş alanından biri mi yoksa? Yok hiç biri ama, asit, boya, belki de biraz içki bu yaraların nedeni... içki bir yana, boya bir yana ne de resim bir yana. Yalnız okumakla geçiyor günleri. «Şimdiye değin elin ile çalıştın, bundan sonrada kafan ile çalışırsın kuzum», demiş anası, «öyle ola­cak, diyor. Bıraktığım yazarlığa dönerim bel­ki de.»

Soruları mı düzenliyorum bir yandan. Edebiyat dalından sorulara yer yok bugün. Ozan­lığının resimle ilişkilerine yer yok. «Çatal ka­ram çingenem» den ise hiç söz edilmiyecek. Ne edelim, «Resim özel sayısı» dedik de gel­dik. Gün olur böğürtlenler açarsa, çatal kara­lı çingenelerle gelir gene çalarız çıngıraklı ka­pıyı.

-İlk sorum. Size, «Türk resmi’nin özelli­ği» üstüne bir soru yöneltilyseydi nasıl cevap­lardınız?

-Türk resminden söz edebilmek için za­man daha çok erken, Türk mimarisi, Türk müziği, Türk edebiyatı üstüne söz edebiliriz ama Türk resmi için değil.

-Dün ve bugün önemsenmediği için, yi­tirilmiş, dağınık, fakat yer yer derlenen «Ana dolu halk resimleri» var. Masal kahramanla­rını konu edinen, sanat kaygusundan uzak bu resimleri, Türk resim sanatına katabilir miyiz?

-Naif resimleri denen bu resimlere dün­yanın her yanında raslanır. Fakat bunları bu­gün Türk resmi olarak kabul etmek yanlış bir harekettir.

-Peki 16 yüzyıldaki Mehmet Siyah Ka­lem için... ;

-Siyah Kalem bir geleneğin devamıdır- Bu gelenek Çin sanatına kadar dayanır.

-Kopukluk ve atlamaları olan bir sa­nat mı, resim sanatımız? Yoksa belirli bir ge­lişim çizgisi var mı?

-Türkiye de resim sanatının başlaması, Avrupada figüratif sanatın sonuna rastlar. Biz bu bakımdan çok eksiğiz. Batı herşeyi ile batı. Herşeyini en incelerden gelerek izliyebilmiş, araştırabilmiş, geniş bir gözlem içinde. Biz resmi Beyoğlundan Fatih’e bile götüremi­yoruz.

-Halk sanatı, halkın ürünü, deyip duru­ruz. Halk sanatının — köylü sanatı da dene­bilir buna— bir ülke içinde ki yeri nedir?

-Yüzdeyüz yararlı bir sanattır halk sa­natı. Bugünün dünya resim sanatını ayrıştır­sanız % 80 halk sanatı çıkar arkasından.

Bugün için «köylü sanatının», gene es­ki gücünde, içtenliğinde olduğunu söyliyebilir miyiz?

-Söyliyebiliriz. Fakat yavaş yavaş çözü­lüyor. Aynı motif, aynı duyuş. Oysa o güzelim örgünün boyası kendi yapısı değil. Çarşılar, pazarlardan yapma boyalar alıyorlar. iki gün içinde de solup, ölüyor renk.

-Sanatçılarımız çokluk batı ile ilgi kur­dular. Zorunlu bir ilgiydi bu. Salt batı ile iliş­ki kuran sanatçı, kendi ulusunun yapısından çıkmış mı sayılır? Örneğin, batıdan Matisse ve yer yer hat sanatımızdan etkilenen Kle.

-Matisse. Biz Matisse sevdik ve etkilen­dik. Ben kilim sevgisini ondan aldım. Demek ki usta bir sanatçı (kim olursa olsun), kendi değerlerini bile tattırabiliyor. Eğer onun sa­natı sağlam temellere dayanıyorsa ki o temel, dünyanın temelidir- etkileyebilir insanı. Evrensel şey bu. Bir başka yazarın yapıtını akıllıca okuyan biri, kendi mahallesini, sokağını daha iyi tanıyabiliyor. Diyelim ki Matisse, bunları yapmakla kendi ulusunun yapısından çıkar mı?

-Önce Bruxelles de ve bugünlerde Paris de sergilenen «Türk sanatçıları sergisi» için batılı eleştirmenlerin bazıları, bu sergide ulu­sun özelliğini taşıyan belirtiler bulamadıkları­nı yazdılar. Sizce, resimde ulusallık sorunu gerekli midir?

-Ben şuna inanıyorum. Bugünkü sanat­çının yaptığı, sanata birşeyler katabilmesidir. Bir fizikçi düşünün. Türk, Yunan, Alman, Fransız. Bu fizikçiye iyi bir fizikçi denebilmesi için, bağlı bulunduğu sanat ya da bilimine ye­ni şeyler katması gerekir. Bunun yapabil­mek için de iyi bir gözlemci olabilmeli insan. Eskini, yenini araştırabilmelisin. Bugün bir Alman, Ingiliz, İskandinav res­mi var mı ki, bizden ulusal nitelikte resim bekliyorlar.

-Batının bizden beklediği ulusallık ne olabilir öyleyse?

-Bence onlar, Istanbul'da Pier Loti özellikleri arıyor ve istiyorlar. Turistik bir arayış ve bekleme bu.

-Bir sanatçının, eski kültürünü, uygarlı­ğını araştırması gerekli midir? Yoksa, yaşadı­ğı ortamın koşullan ile yetinmek yeter mi?

-Sanatçı iyi bir gözlemci olabilmeli. Kendi geleneğini çağı içinde izleyebilmelidir. Bunun yanısıra dünya uygarlığı da girer ko­nusuna. Yoksa salt kendi ortamı içinde bulun­mak, sanatına yeterli olamaz.

-Anadolu halk motiflerinden etkilen­miş bir sanatçısınız. Bu etki aktarmacılık de­ğil de, düşünce ve esin olarak. Kendi resim kişiliğiniz içindeki yeri nedir bunların?

-Ben kilimde, herşeyden önce görülme­miş nakışların bir araya geldiğini gördüm. Onlar dört beş renk ile senfoni denilecek şey­ler yarattılar. Mektep medrese görmemiş biri, yapacağı kilimi son ilmiğine kadar kafasında taşıyabiliyor. îmrenilecek şey bu. Ben bunu kıskanıyorum ve diyorum ki; Yapacağım, işleyeceğim konuyu bu kadar düzenli taşıyabilmeliyim. Etkim burada.

-Resmin yanısıra büyük bir uğraşı mo­zaik çalışmalarınız var. Resmin yanısıra mo­zaik çalışmayı gerektiren nedenleri açıklar mısınız?

-Mozaik yapmadan çok önceleri puantist (noktalama.) resimler yaptım. Yurt gezileri­nin çoğu bu resimlerle doludur. Mozaik parça­ları bizde yapılır yapılmaz, ona yöneldim. Bu sanat dalında beni saran şey şu; Büyük yüzey. Tek açıdan bakmak ve uzaktan bak­mak. Mozaik panonun yanma gittiğiniz za­man, göz alanınıza o büyük yüzeyden yalnız bir bölüm girecektir. Bu bölüm ise renkli bir­kaç taştan başka birşey değildir. Ama uzak­laştıkça, o renk cümbüşü belirmeye başlar. Gözönünde büyük bir cümbüş vardır artık. Bakış olarak önemli bir sanat dalı bu.

-Biraz da Eren hanım için... Eren ham­ının resim çizgisi ise daha ayrı, sizinkini karşın. Çalışmalarınızda birbirinizi eleştirdiğiniz oluyor mu? Eren hanımın çalış­malarından söz eder misiniz biraz?

-Eren’in bütün özelliği portrede. Çok az sanatçıda gördüğüm bir titizlik ve başarı var. Mümkün olsa elli portresini bir araya ge­tirir ve bir sergi düzenlerdim. Ama yerleri dağınık. Kimde, nerede olduğu belli değil. Bu­gün Avrupa da bir portre sergisi açılsa, başta gelen bir sergi olur Eren'in portreleri. Şimdi renge yöneldi. Arada bir iki portre yapıyor.

-Yeni çalışmalarınıza gelince.

-Yeni olarak, Amerika da bir kaç sergi açtım. Hemen hemen dört yıldır renge yönel­dim. Rengi çok boşlamıştım. Biçim’e önem verdiğim kadar renge önem veriyorum şimdi- Renk dili henüz, biçim dili kadar yaygın bir çevreye seslenmiyor. Yunus’un bir sözü var: «Bir söz söylemek gerek, melekler dahi bil­mez onu.»

Her ressamın yepyeni renkler bulması gerekir. Alışagelmiş malzeme ile yeni renkler bulan sanatçı var- Amerikalı ROTHCO. Büyük boyutlara yeni değerler verebiliyor.

Alışılagelmiş malzeme dışında yeni renk­ler. Boyayı karmak için ne kadar zaman tüketiyorsam, tuvalimi hazırlamak içinde o kadar zaman tüketiyorum. Bunun için kağıtları bu­ruşturarak bir doku elde ettim- Diyebilirim ki yeryüzünde ne kadar kağıt varsa denedim hepsini. Sonra muşambaları buruşturdum. Daha sonrada bu dokuyu doğrudan doğruya palet bıçağı ile boya kalınlığında aradım.

İki yıl önce Amerika da bir malzeme bulmuş­tum. Modlaj atölyelerinde kullanılan diş ma­cunu kıvamında bir pastel bu. Bu pasteli çe­şitli zeminler üstünde denedim. Toz, mai, bo­ya ve pasta halinde. Şimdi öğrendim ki bu bo­yayı yasak etmişler Amerika da. Demek ki renk kolay değil biçim gibi reis. Renk kimya bence.

-Öz ile biçimin birbirine göre sınırları nedir? Öz’e burada renk diyebiliriz...

-Ben kare derken, kare içinde ki; mavi, sarı renk önce gözüksün, derim. Sonra da o kare belirsin. Şimdiye kadar biçim ile başla­nılmış. Oysa bence, renk öncelik tanır.

-Son sorum, önce bir sanatçı ve sonra da öğretici olarak, günümüz genç sanatçıları için neler düşünüyorsunuz?

-İki buçuk yıldır yurt dışındaydım. Fa­kat birkaç genç ile karşılaştım. Çini sergileri önemliydi. Övündüm, kıvanç duydum. Geçen yılın sergilerinden bütününü gördüm. Eskiden bize avrupadaki şeyler 10-15 yıl gecikerek gelirdi. Bugün ise gençler günü gününe izleyebiliyorlar, batıyı. Fakat ne olursa olsun, 30 milyonluk bir Türkiye için 30 kadar ressamın oluşu utanı­lacak kadar az. Türk sanatından bahsedebilmek için, kö­ye kadar dilim varmıyor ama kaza merkezle­rine kadar gitmedikçe, Çemişkezek de küçük bir galeri açılmadıkça, Türk RESMÎ’nden sözetmek biraz zor bence...

Gene çıngıraklı kapı. Karanlık bir gökyü­zü sonra. Yele katılıp yok olan bir yağmur Yok olan bir deniz! Sokak lambalarının ışığı ile parıldayan tranvay rayları. Evlerde ölgün ışık Gökte yıldızlar ve saman yolu...

Resimler kepçeler, testiler dallar ve kilim­ler, duvarda raflarda ve yerde- Kırmızı, mavi, sarı, yeşil kocaman balonlar, tavanda sıra sı­ra evde kaldı, kapanan kapılar ardında. Sıra sıra çiçekler ve dilimde Yunus «Bir söz söyle­mek gerek, melekler dahi bilmez onu...»

BEDRİ RAHMİ — GÜROL SÖZEN
YELKEN — ŞUBAT 1964


“Adı, Mari Gerekmezyan’dı...
Türkiye’nin ilk kadın heykeltıraşlarından biriydi... Ermeni asıllıydı... Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenciydi...
Çok başarılıydı... Okulda bir asistana âşık oldu. Asistan ünlü bir ressam ve şairdi. Üstelik de evliydi. Delice sevdiler birbirlerini...
Dillere düştüler...
Kadın sevdiği adamın büstünü yaptı. Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi. Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar... Birbirlerine serenat yaptılar. Mari’nin kaşı kara, gözü kara, bahtı da karaydı... Ailesi ve Ermeni toplumu onu terk etti... İtinayla yalnızlaştırıldı...
Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki resim heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi.
Buna rağmen sevgilisini hiç terk etmedi...
Ta ki hastalanana kadar...
1947 yılında tüberküloza yakalandı...
İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı.
Durumu ağırdı...
Antibiyotik gerekiyordu. Ama dünya savaşı yeni bitmişti, ülkede ilaç yoktu. Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı.
İlaç için her yolu denedi. Şiirler karaladı. Ama olmadı... Mari 1947 yılının 12 Ekim’inde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Aradan 2 yıl geçmişti...
1949 yılının bir ilkbahar günüydü...
İstanbul Büyük Kulüp’te bir toplantı vardı...
O gece Büyük Kulüp’tekiler özel konuk olan ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler...
Bedri Rahmi ayağa kalktı. Şiiri okumaya başladı. Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan ağlıyordu. Gözyaşlarına mendil yetmiyordu...
Karadutum, çatal karam, çingenem...
Nar tanem, nur tanem, bir tanem.
Ağaç isem dalımsın salkım saçak...
Petek isem balımsın ağulum...
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan...
Yoluna bir can koyduğum...
Gökte ararken yerde bulduğum.
Karadutum, çatal karam, çingenem...
Daha nem olacaktın bir tanem...
Gülen ayvam, ağlayan narımsın...
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Sigara paketlerine resmini çizdiğim, körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam.
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam.
Sıla kokar, arzu tüter, ılgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade, her türlü dertten topyekun azade...
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan.
Kibrit çöpü gibi kırılan...
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan...
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan...
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.
Netmiş, neylemiş, nolmuşum.
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül...
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum...
Karam, karam kaşı karam, gözü karam, bahtı karam.
Sensiz bana canım dünya haram olsun.”

Bedri Rahmi’nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu. Ama hiç tepki vermiyordu. O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu... Bedri Rahmi’nin “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan’dı...

Mari öldükten sonra Bedri Rahmi’ye dünya haram olmuştu... Yıkılmışlığını dizelere dökmüştü. Bedri Rahmi Eyüpoğlu 1975 yılında öldü. Ölene kadar “Canım Cebişim” dediği Mari’yi hiç unutmadı...”

Eren Eyüboğlu her şeye rağmen Bedri Rahmi’yi kabul etmiş ve beraberlikleri şair ölene kadar devam etmiştir...